Habeas Corbus veya cesedi teslim etmek...

Latince "Habeas Corbus" yani "Gövdeyi ortaya çıkar" terimi 1688 İngiliz Devrimi ile birlikte yurttaşlık hakları arasına dahil ediliyor. Bu hak, yurttaşın herhangi bir vatandaşın gövdesinin nerede olduğunu bilme hakkı anlamına geliyor. Yani yurttaşın devlete karşı olan ilk zaferi. Artık devlet istediği yurttaşı alıp hapse tıkamayacak, işkence edemeyecek.

T.C.'de ise işler biraz farklı işliyor. Habeas corbus ilkesi bilinçli bir şekilde yanlış çevirilmiş sanki. (Corbus latince hem gövde hem ceset anlamına geliyor.) Biz birinin gövdesi hakkında bilgi istediğimiz anda bize bir ceset getirip bu mu diye soruyorlar. Ve hakkımızı kullanmış oluyoruz. T.C.'ye "HABEAS CORBUS ULAN!" diye bağırmak, ve ceset değil insanlarımızı istediğimizi haykırmak gerek...

geçmiş zaman olur ki...

geçmiş zaman olur ki...

Friday, December 22, 2006

Bir Öğrenci Hareketi Olarak Genç-Sen veya Gençliğin Akıl Tutulması…

17 Aralık Pazar günü yapılan GENÇSEN forumundan akılda kalanlar ve bir değerlendirme;

İçimizdeki Liverpool’lular veya Yaratıcılığın Ölümü

Gençliğe atfedilen ve bizlerin de seve seve kabullendiği bir özellik yaratıcılık. “Yaratıcı gençlik” söylemi o veya bu şekilde herkesin dilinde dolaşıyor. Aynı zamanda gençliğin topluma en büyük eleştirileri de bu eksenden doğuyor. Eski, sabit yapılar, klişeleşmiş sloganlar üzerinden varolanın eleştirisi yapılmaya çalışılıyor. Ancak gençlik, artık birçok noktada benzeştiği yaşlılar ile bu noktada da bir paralellik yakalamış durumda. Eski solcular Avrupa’da kullanılan sloganları çevirip kullanmakla suçlanırdı. Onlar en azından Avrupa’nın sol kanadının sloganlarını çevirmişler. Bizlerse artık göze güzel görünen, kulağa hoş gelen herhangi bir sloganı çevirip kullanma hakkını kendimizde buluyoruz. Kendimize dair bir şeyler üretmekten aciz haldeyiz. Özgün olma amacıyla, “gençlik” vurgusuyla yola çıkıp futbol endüstrisinin sloganlarından birini (ç)alıp yolumuza devam ediyoruz. Bir slogan üretmekten aciz bir halde o sürekli eleştirdiğimiz “küçüklü/büyüklü burjuvalar” gibi kes-yapıştır yapıyor, “You will never walk alone” sloganını “Asla yalnız yürümeyeceksin”e çevirip kullanıyoruz. Sonra dönüp özgün bir sendikadan, proje üretmekten bahsediyoruz.

“Tartışmalayalım ayrışırız.”

Bir forumu genç yapan nedir? Orada bulunanların yaş ortalaması mı? Eğer bunu kıstas olarak alacaksak evet, Pazar günü yapılan forum gençliğin katılımıyla gerçekleşti. Peki, ortaya atılan fikirler, söylenenler ne kadar genç?

Gençliğe ve öğrenciliğe vurgu yapılarak örgütlenme iddiasında bulunuyoruz. Şu anda TKP’den CHP’ye kadar muhalefette olan herkesin söylediğinden farklı hiçbir şey söylemiyor, geliştirmiyoruz. Sanki aslında yapılması gereken şey belli ancak yapanlar beceremiyor, biz aynı şeyleri farklı bir dille söylersek başarabiliriz zannediyoruz. Herhangi bir orta-yaşlı solcunun söyleyeceğinden farklı bir şey söylemiyoruz. “Sendika devrimci olmalı, Anti-emperyalizme, anti-kapitalizme vurgu yapmalı.” veya buna karşı söylenen “Sendika temelde varolan sorunlar üzerinden örgütlenmeli. Yemek fiyatları, parasız eğitim dile getirilmeli.” söylemi yıllardır yapılan “devrimci miyiz reformist mi?” kavgasının bir kopyası. Ayrıca, salonda bulunan 100 kişinin istinasız tekrar ettiği “Örgütlenmeliyiz!” cümlesinin içine konulan yeni bir şey maalesef yok. İstanbul Üniversitesinde varolan 24 örgüt-dernek-parti v.b. oluşumlara 25.si ekleniyor demek sanırım çok abartılı olmaz. Zaten örgütlenme sorununun yaşandığı dönemde, kendisi yeni söylemi, biçimi, içeriği eski bir sendika 6 Kasım’a –toplam kişi sayısı aynı kalarak- yeni bir grup bayrak ve flama eklemekten başka işe yaramayacak.

İtiraf edilmesi gereken bir diğer nokta da, GençSen i kurma kararını DİSK’in almış olması. Ne kadar kararlılar onu bilemeyiz ancak tartışmalarda da öncelikli sorun olarak görülen “temelden örgütlenme” söyleminin ne kadar havada kaldığı aşikâr. Özellikle forumun açılış konuşmasında “DİSK ile ilişkimiz” adı verilebilecek kısa sunum adeta bir günah çıkartma ritüeliydi.

“Kervan yolda düzülür.”

Artık konuşmamamız, harekete geçmemiz gerektiği söylemi oldukça ateşleyici. Özellikle “Kervan yolda düzülür”, “Hele bir yola çıkalım eksiklerimizi yolda tamamlarız.” mantığı öğrenci-gençlik hareketine yakışır gözüküyor. Ancak bu durumda yola devesiz çıktığımız gerçeğini göz ardı etmemiz gerekiyor. Yani bu kervanın da hamallığını her kervanda olduğu gibi öğrenciler yapacak gibi gözüküyor. Ama bu bizim kervan, en azından kendi hamallığımızı yapacağız diyerek bir noktada bu hamallığı haklı çıkarabiliriz. Eğer kervan olarak yola çıkacaksak, ne için bu hamallığı yaptığımız sorusunu sanırım yola çıkmadan önce cevaplamamız gerek. Cevaplar açık ve net: Parasız eğitim, özgür üniversite v.b. talepler. Peki bu noktada bizim kervanın diğer kervanlardan farkı ne olacak?

Peki Sonuç?

Böyle bir girişim nereden tutarsak elimizde kalacakmış gibi gözüküyor. Ancak tutmamız gereken bir nokta var ve onu yakalayabilirsek yeni bir muhalefet yaratabiliriz. Amaç varolan muhalefeti örgütlemek veya anti-emperyalist, anti-kapitalist vurgu yapmak değil, bir muhalefet “yaratmak” için çalışmak olmalı. Hepimizin ortak kaygılarından çok ayrı ayrı hepimizin kaygıları üzerinden bir muhalefet yaratılmalı. Kapsama ve içerme yerine yaratma ve dönüştürme konulmalı. Daha güzel bir deyimle “Gençlerin rahatsızlığının örgütlenmesi. Her ne olursa.” O salondan çıkıp, bilinç taşıma fikrinden vazgeçip, rahatsızlığını dile getirerek ve öğrencilerin rahatsızlıklarını dile getirmelerini sağlayarak -yürümeye değil- koşmaya başlamamız lazım. Yanlış yapma hakkımızı saklı tutmalı, tartışmalı hatta kavga etmeliyiz. 20 yıl sonra zaten ötekilerin yerinde olacağız. Bizler geleceğimiz için değil, gençliğimiz için mücadele etmeliyiz. Bir kervan olup yük taşımaktansa, ağustos böceği olup şarkı söylememiz, rahatsızlığımızı haykırmamız gerek.

Son olarak; Hep birlikte şu öğrenim kredilerini geri ödemesek ne olur yahu?

Monday, December 18, 2006

hakkında...

dilek86: blog güzel olmuş.

Özgür: teşkürler
yorum yazaydın

dilek86:
yazarım tabi.

Özgür:
:)

dilek86:
tam olarak okumadım ama
okuyorum :)
ya banksy art ın arkasındaki şarkı çok güzel

Özgür:
ya orda da yazdım aslında geçmiş zaman olur ki durumu oradaki hikayeler 2003 ten kalma
geçmişime blog yaptım
:D

dilek86:
e olsun senin.

Özgür:
bnm ama geçmişim
oradan günümüze kadar gelirim heralde
yani öyle umut ediyorum

dilek86:
başlamışsın bi kere olur belki.

Özgür:
çok abartmamak lazım tabi

dilek86:
ki insanlar yorum yazarlar bakarlarsa hoşuna gider yapmak istersin belki.

Özgür:
tecavüz gibi
güzel
:)
geçmişimi parçalayıp kendime gelecek yaratıyorum

dilek86:
parçalayıp

Özgür:
yap-boz gibi
ama tek bi resim yok
her seferinde parçalar aynı ama bütün farklı

dilek86:
bloğum da felsefesi de hazır diyorsun :)

Özgür:
ben hazırım desem
:)

dilek86:
bi mualefet olma be kardeşim.

Özgür:
bu yazıyı ekleyeyim mi blog a
??

dilek86:
tabi.

Özgür:
eywllh

BANKSY art

AYNALAR...

Aynaların sırrını çözmüş bir adam, Aynacı Selim Usta; tam kırk yıldır bu işi yapıyor. Her gün elinden onlarca ayna geçiyor ve o bu aynaların hayatı sadece ona bakanlara değil kendisine de yansıttığını düşünüyor. Bu yüzden her müşterisine tek bir şey söylüyor: "Ne kadar aynan varsa o kadar hayatın vardır."

Ve onun binlerce aynası var...dı.

Sıcak ve soğuktan özenle kaçırılmış bir sonbahar günüydü. Selim Usta her zamanki gibi sabahın erken saatlerinde kalkmış ve kimseyi uyandırmadan kahvaltıyı hazırlamıştı. Kimseyi uyandırmadan dediysem bir karısı kalmıştı zaten onunla birlikte yaşayan, yetiştirdiği tam üç çocuğu vardı. Üçü de ayrı birer insan kendi aynaları olan. Hepsine de evden ayrılırken birer ayna vermişti "iyi bakın bunlara" diyerek ve hepsi babalarının sözünü dinlemişlerdi, Selim Usta bunu hissedebiliyordu. Yaptığı aynaların arkasına kendisini koyuyordu çünkü. Karısını uyandırmaya gitti. Kötü bir huydu, biliyordu ama bu saatten sonra can çıkar huy çıkmazdı işte ne yapsındı yalnız kahvaltı edemiyordu. Zaten tilki uykusunda olan karısı o odaya girer girmez uyandı. Adeta telepatiyle günaydın dedi ve masaya yöneldi. Kahvaltı sonunda Selim Usta ne olur olmaz diye hırkasını almayı düşünürken eşinin elinde hırkasıyla geldiğini gördü. Sesini çıkarmadan hırkasını giydi ve dışarı çıktı. Hayat yavaş yavaş akmaya başlamıştı.

Yolda koşuşturan insanlar hep dikkatini çeker, onların aynalarını bulmak kimin onların gerçek yüzlerini gördüğünü bilmek isterdi. Yaşından ötürü oluşan yavaş yürümesini bir avantaja çevirir, insanlara bakar, bir kurban seçer ve onun hareketleri izlerdi. Bugünkü kurbanını çoktan seçmişti; şu karşıdan gelen çocuk. Çocuğun gözlerindeki ışıltı çok uzaklardan belli oluyordu. Bu yüzden dikkatini çekmişti çocuk. Yan yana geldikleri anda Selim usta durmuştu, tabi çocukta. Selim Usta elini cebine attı ve küçücük bir ayna çıkarıp çocuğa uzattı. Çocuk hiçbir şey söylemeden ayna parçasını aldı ve koşarak uzaklaştı. Selim Usta yüzünde küçücük bir tebessümle kalakalmıştı.

Selim Usta dükkâna vardığında hala çocuğun gözündeki ışıltıyı düşünüyordu. Dükkânı açtı, uzun süredir kepenkleri kapatmıyordu. Sadece kapı kalmıştı kapatabildiği onu da unuttuğu oluyordu ara sıra ama zaten bir aynacıyı kim soyardı ki? Çayı demliğe koydu, eline biraz sır alıp cama sürmeye başladı. Sırdı yansıtan hayatı ve onun sırrı başkaydı bambaşkaydı o sırra kendini de katıyordu, ilk o bakıyordu aynaya uzun uzun içine işliyordu aynanın, yeni bir doğum gibiydi onun için sanki o aynaya bir parçasını veriyordu aynada ona hayatını.

Dura dinlene bütün gün çalıştı. Akşam olduğunda elindeki son cama sır sürüyordu. İşini bitirdi ama aynaya bakmak istemedi masaya ters kapatıp çıktı.

Evde eşi ona sevdiği yemeği yapmıştı. İki tabak yedi. Üzerine kahvesini içti. Zaten akşamları dışarı çıkmazdı, yatak odasına yöneldi ve üstünü bile değiştirmeden sızdı. Hep böyle olurdu. Son beş yıldır pijamalarını ona karısı giydiriyordu. Karısı da alışmıştı. Bulaşıkları yıkadı ve yatak odasına yöneldi. Selim Ustanın üstünü değiştirdi ve yanına uzandı.

Sabah uyandığında bir gariplik olduğunu fark etti, Selim Usta uyanmamıştı. Hiç böyle bir şey yapmazdı. Kalktı, seslendi ama Selim Usta duymuyordu. Selim Usta artık yoktu. Kadın ağlamaya başladı. Ne yapacağını bilmeden ağlıyordu. Küçük çocuklar gibi, sessiz hıçkırıklarla ağlıyordu.

Artık inanıyordu kara haberin çabuk yayıldığına, bütün ev birden dolup taşmıştı çünkü. Ne yapacağını hala bilmiyordu. Herkes başına toplanmış bir şeyler söylüyor ama o hiçbir şey anlamıyordu. Dükkâna giderse buradakilerden kurtulabileceğini düşünüp kaçarcasına ayrıldı evden. Dükkâna vardığında masanın üzerindeki kapalı aynayı gördü ve anladı...

Aynayı aldı yüzüne baktı, hiçbir şey görünmüyordu, aynalar artık hiçbir şey göstermiyordu.

Ve bir çocuk elinde küçücük bir aynanın kırık parçalarıyla iskelenin ucunda ağlıyordu.

el-fatiha@2003

Usta'nın Ustası MAYAKOVSKİ

*Vladimir Mayakovski'nin) sadece Rusya'nın ve kendi döneminin değil bütün zamanların en iyi şairlerinden biri olduğunu söylemek abartı sayılmamalıdır. Rus şiirinin ve Avrupa modernizminin en seçkin kazanımları kendi kişisel potasında eriterek yeni ve özgün bir senteze ulaştıran bu şair Ekim Devrimi'ni "Kendi Devrimi" olarak benimsemiş, yeteneğini olanca cömertliğiyle devrimin hizmetine sunmuş, halkın yaşamıyla birleştiğinde bir şair yaşamının nasıl bir enginlik ve tarihsellik kazanacağını yaşamı ve yapıtlarıyla kanıtlamıştır. Mayakovski şiirinin bir ucu Baudelaire'de, Whitman'da, Avrupa modernizminde, simgeci-imgeci-fütürist açılımlarda; bir ucu, her biri ondan derinliğine etkilenmiş olan Aragon, Neruda, Ritsos, Brecht, Nazım Hikmet şiirindedir...

Kafkasya'nın görkemli doğasında doğup Moskova'nın Devrim kokan sokaklarında büyüyen Mayakovski hayatını adadığı Devrim adına herşeyi yapmıştır. Çağdaşı olan burjuva sanatçıları ile sürekli zıtlaşmış ve Sosyalist bir sanat anlayışının olması gerektiğini savunmuştur. Bunun oluşması için hayatını harcayan Mayakovski’nin ulaştığı sonuç ebedidir. O dünümüzün, bugünümüzün ve yarınımızın şairidir. Mayakovski şiirleri ve devrimciliğiyle varolmuştur ve sonsuza dek öyle kalacaktır.

Hepimiz genciz, genciz, genciz

Açlıktan gebermekteyiz:

Yolda ne çıkarsa karşımıza dolduracağız karnımıza!...

Kimin hıncıdır dünyayı ikiye bölen?

Kimdir dumanları yükselten mezbahaların kızıllığı üstünde?

Yoksa bir tek güneş

Yetmiyor mu herkese?

Ya da üstümüzdeki gök yeterince mavi değil mi?

Son toplardı gürüldeyen kanlı tartışmalarda.

Fabrikalar son süngüyü yontuyor.

Barutlarını dökmeye zorlayacağız herkesi

El bombaları top olacak çocuklara.

Kimin adına

Çiğniyor toprağı

Gıcırtılı ve kaba bir çizme?

Kimdir savaş alanlarının göğünün üstündeki:

Özgürlük mü?

Tanrı mı?

Ruble!

Ne zaman kalkacaksın tüm heybetinle ayağa

Sen

Onlara canını veren?

Ne zaman fırlatacaksın şu soruyu suratlarına

Savaşıyoruz neden?

Yeter artık gökyüzü ve peygamberce bilgelik!

Basit çivilerden daha çok söz edin.

Gökyüzünü, gereksiz şeyleri fırlatıp atın!

Bize toprağı ve canlı insanları verin!

Gezegenimiz

Sevinç duymaya

Fazla elverişli değil daha.

Sevinci

Gelecek günlerden

Koparıp almamız gerekiyor

Ölüp gitmek

Zor bir şey değil bu yaşamda

Yaşamı yaratmak çok daha zor.

Hergün

anımsamalısın

ki sen

yeni

ilişkilerinde

yeni

aşkların da

mimarısın.

Gömülmüş şiirlerin

kitaplar mezarlığında

görürseniz

demirden dizeleri

saygıyla

yoklayın onları

eski

ama müthiş bir silah gibi.

*Kaynakça: Mayakovski

S.Vladimirov ve D.Moldavski

“Mekan”a Dönüş

Sizin ürettiğiniz ve aslında sizin olması gereken birşeyi almak hırsızlık mıdır? Sizin hayatınızın üzerine yapılmış alışveriş merkezinde yaşamak istemek bir işgal girişimi sayılabilir mi?

Sorunumuz sahiplik ve aidiyet üzerine aslında. Bizim olan şeyleri almışlar ve bize satmaya çalışıyorlar. Hem de bunu “ahlaki” bir çerçevede yapıyorlar. Öncelikle bu “ahlaki” çerçeveye bir göz atmak gerek. “Adalet Mülkün temelidir” sloganı altında sembolleşmiş olan bütün yasalar, kanunlar ve niceleri varolan –veya olduğu iddia edilen- mülkü korumaya yöneliktir. Yani cümleyi biraz daha anlaşılabilir kılarsak “Adalet Özel Mülkün Temelidir” demek yeterli olacaktır. Mesela polisler sizin üstünüzü arayabilir ancak siz onların üstünü arayamazsınız. Onlar sizi gözetleyebilir ama siz onları gözetleyemezsiniz. Onlar sizin herşeyinizi alabilir ancak siz alırsanız hırsız olursunuz. Onlar sizin üstünüze alışveriş merkezi yapabilir ancak siz orda yaşarsanız orayı işgal etmiş olursunuz. Biz bu adaleti kabul etmiyoruz. Çünkü biz biliyoruz ki bir oyunda kuralları koyanlar bir taraf olarak oynarsa o oyunun ahlakından bahsedilemez. Ancak bizlerinde var-kalmak için yaşam alanlarına ihtiyacımız var. Bize söylenen; “Beğenmiyorsan oynama, git kendi oyununu kur.” Bu ‘git’in altında yatan “yok ol!” çünkü başka bir yaşam alanı yok, başka bir oyun yok. İşte bu yüzden biz aynı oyunun kurallarını değiştirmeye çalışıyoruz. Onlar bizim üstüzü aramak istediğinde biz de onların üstünü aramaya çalışıyoruz, onlar bizim üstümüze alışveriş merkezi yaptığında içine girip kendi “ahlak” anlayışımızla yaşama planları yapmaya başlıyoruz. Zaten çoğumuz orada çalışıyoruz, orayı temizliyor, koruyor kısaca orayı “var”ediyoruz. Peki neden orada yaşamıyoruz? Bizim olması gereken bir yerin anahtarları başkalarının elinde olduğu için mi? Anahtarları ellerinden almak çok mu zor?

Aslına bakarsanız bir alışveriş merkezinde gayet rahat yaşanabilir. Fırını (pastaneler), kütüphanesi (kitapçılar), yatakhanesi (mobilyacılar), yeteri kadar yiyecek-içecek maddesi (süpermarket), dünyaya derdimizi anlatmak için küçük çaplı bir medya istasyonu kuracak kadar teknolojik aleti (tekno marketler) olan bir yerde varolmak o kadar da zor olmasa gerek. Yapılması gereken tek şey oranın bize ait olduğunu kabul edip oraya yerleşmek. İnsanlar buna işgal, yağma, talan diyecek ancak bizler ütopik dünyamızı (4 duvar arasında bile olsa) yaşayabileceğimizi (hem de şu anda!) onlara göstereceğiz. Fırında yiyeceklerimi hazırlayacak, kütüphanemizdeki kitapları okuyacak, bedava sinemaya gidecek ve bizden (ç)alınarak üretilen “kelebek” mobilyalarda yatacağız. Ve bütün bunları onların bizi gözetlemek için kullandığı güvenlik kameralarıyla tüm dünyaya izleteceğiz. Sistemin tüm ürünlerini yeniden anlamlandıracak, yeniden üreteceğiz. Tekno-marketlerinde satmaya çalıştıkları bilgisayarlarla dünyaya ulaşacak onların iletişim ağı ile insanlara yaptıklarımızı anlatacağız. Bizim olan ve bizim elimizden alınıp anlamları değiştirilmiş herşeyi geri alacağız.

Benim hayatımın üstüne alışveriş merkezi yaparsanız bana orada yaşama hakkı vermek zorunda kalırsınız. Yada yaşama “öfkesi”. Biz sadece bizim olanı, ürettiklerimizi istiyoruz.

Biz oyunbozanlık yapıyoruz. Alışveriş merkezlerine gidip yaşamaya başlıyoruz ve oradaki duvarlara “Üreten biziz tüketen de biz olacağız” yazıyoruz.

Habeas Corbus veya cesedi teslim etmek...

Latince "Habeas Corbus" yani "Gövdeyi ortaya çıkar" terimi 1688 İngiliz Devrimi ile birlikte yurttaşlık hakları arasına dahil ediliyor. Bu hak, yurttaşın herhangi bir vatandaşın gövdesinin nerede olduğunu bilme hakkı anlamına geliyor. Yani yurttaşın devlete karşı olan ilk zaferi. Artık devlet istediği yurttaşı alıp hapse tıkamayacak, işkence edemeyecek.
T.C.'de ise işler biraz farklı işliyor. Habeas corbus ilkesi bilinçli bir şekilde yanlış çevirilmiş sanki. (Corbus latince hem gövde hem ceset anlamına geliyor.) Biz birinin gövdesi hakkında bilgi istediğimiz anda bize bir ceset getirip bu mu diye soruyorlar. Ve hakkımızı kullanmış oluyoruz.

T.C.'ye "HABEAS CORBUS ULAN!" diye bağırmak, ve ceset değil insanlarımızı istediğimizi haykırmak gerek...